22 Kasım 2011 Salı

Blogu hem aksattık, hem de böyle terkedilmiş kasvetli falan bir hava oluşmuş önce hüzünlü şeylerden konuşup sonra susunca.


Ahanda pek güzelmiş bunlar, sevimli, şirin ooooh azıcık içimiz açılsın? Gerçek cupcake değil dikişmiş yalnız. Çok gerçekçi olmuş, yenir ki.

Orjinali de budur;
http://allinonedaystime.blogspot.com/2011/04/heart-cupcakes.html

Şimdi Hayat




güz geçti bahar geçti derken
bir gün daha görsek ne ala
dünya derdi sarmış dört yanımı
yaşamayı öğrenemedim hala

her kadehte bir yıldız tuttum
söndürdüm avuçlarımda
koşarak kaçtım güya çocukluğumdan
büyümeyi öğrenemedim hala

olmuş bu...
sadece 3 şarkısını -şimdi hayat, akıyor zaman, kendime yalan söyledim- dinledim ama, 84'ün yeni albümü komple çok dinlenesi olmuşa benziyor.

29 Eylül 2011 Perşembe

Deklanşör

Staj yapıyom ben yaa.
Geçtiğimiz hafta da, yorucu da olsa kendime yararlı bir şeyler yapma fırsatı buldum. Bu "bir şeyler"in adı zaman etüdü. Kısa özet geçecek olursak, elimde bir kronometre, işçinin ve makinenin başında, belirli bir işin aşamalarının zamanlarını tutup yazıyorum. Yapılma amacı, işçiye ya da makineye zaman kaybettiren olguları bulup en aza indirmek, üretim planlaması yapmak... böyle gider bu. Neyse konudan uzaklaşmayayım.

 Elimde kronometre ayakta dikiliyorum. Bir kolumda zamanları not ettiğim defter, aynı elimde kronometre, diğer elimde kalem. Perişan durumdayım çünkü 40 dakikadan fazla bir zamandır ayaktayım. Fabrika aşırı sıcak ve gürültülü (uğultulu demek daha doğru olabilir), çünkü plastik ve kauçuk fabrikası. Bütün iş ısıyla yapılıyor ki, ben de kaynak makinesinin etüdünü yapıyorum. Öyle kıyıda köşede bir yerde değilim, böyle gelenin geçenin dönüp baktığı, makinelerde çalışan işçilerin de gözünün önünde bir yerdeyim. Zaten işçilere ayak bağı olmadan durabileceğim başka bir yer de yok.
Ben öyle sefil perişan ayakta durunca saatlerce, işçiler ilgilenme ihtiyacı hissediyorlar, "sana sandalye getirelim" "şuraya otursana" "sen stajer misin" "nerelisin", çay molası olduğu zaman kendilerine çay alıp getiriyorlar "sana çay getireyim mi" diye soruyorlar bana da... onlar öyle çalışırken ben oturamıyorum, utanıyorum, o yüzden de her seferinde sandalye tekliflerini defalarca teşekkür ederek reddediyorum.

Böyle buhranlar ve sıcak basmaları içinde perişanken, çok tatlı, hafif kilolu, orta boylu, 30lu yaşlarda bir abla yaklaşıyor yanıma. İşçi, ama makinede çalışmıyor, daha farklı bir önlüğü var, kalite elemanı ya da işçi şefi olduğunu düşünüyorum bakınca. "Kolay gelsin"le başlayıp klasik soruları soruyor, "şimdi ne oluyor bu ölçtüğün tam olarak", "oturmak ister misin şurada boş sandalye var", "kaç yaşındasın"... derken...

-Deklanşör müsün?
- ........ (3-4 saniyelik sessizlik)
Hayır, stajerim ben. (-aslında ne dedi lan acaba)
- ......... Hmm.... Kaçıncı sınıfa gidiyorsun peki?

Muhabbet kısa bir süre devam ediyor. Sonra abla gidiyor. Ben de "deklanşör"ün aslında ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sorabileceği hiç bir kelimeye benzetemiyorum (öğrenci misin? üniversiteli misin? buralı mısın?). Deklanşör ne lan?! * Hangi kelime böyle duyulabilir ki? Bulamadım, bulamıyorum.

Yaşayan bilir bunu. Duyduğun (ya da gürültüden veya bir sebepten duyamadığın) kelimenin aslında ne olduğunu saniyeler içinde çözüp bir de ona cevap vermeye çalışmak. Çoğu zaman varsayımlarda bulunarak (ne varsayımı, direk uydurarak) çuvallamak. Kuaförlerde çok olur. Kafanıza kafanıza fön tutulurken "okuyor musun?"la başlayıp sorguya alınırsınız. Arada duymayıp uydurursunuz. Zaman zaman siz, zaman zaman da karşı taraf mavi ekran hatası verebilir...

Unutmadan, sevgili Simurg, C O Z E F İ N İ GETİRDİN Mİ?
(Deklanşörden sonra aklıma geldi, ve kendi kendime sesli güldüm, işçiler beni deli sanıyor :)




* Deklanşör: fotoğraf makinesi, kamera gibi optik aygıtlarda, fotoğraf veya film çekmek için basılan düğme

18 Eylül 2011 Pazar

İki

Zamanında esmiş bir rüzgar
Rengi ruhumun haline yakışmış, deniz
Tam da düşündüğüm şey olan cümle
'Can'ım acıyınca saplanır ağrı
Merhaba demiş kedinin biri
Şarkı çalmaya başlamış gözüm dalarken
Öbür gözler gülümsemiş, anlar gibi.

<<öbür gözler, aslında hiç anlamamış seni, beni.>>

Şarkı rastlantıymış
Kediler konuşmaz
Hiçbir ağrı, 'can' kadar acımaz
Cümlelerim bir kuyuda, ben dahi görmedim
Denizin umrunda değil ruhum
Rüzgar sadece eser, hepsi bu.

3.05.'11

Korku

Önce seni nasıl anladığımı ve sonra beni nasıl anlayacağını bildiğimden, geçen günlerden bir günlük sayfamı burada temize çekiyorum. Son yazına ilave olsun istedim.

9 eylül '11

Korku. Neyden? Neden?
Uyumadan sabah olmasından. Hem şu kitabı okuyup hem şu bölümü izleyip hem şu yazıyı yazıp hem de uyuyamamaktan. Gelecek gün-lerden. İhtiyaçlardan. Onları gidermenin gereksizleşmesinden. Sonra birden gerekmesinden. Gelgitlerden. Düzensizlikten, Düzelmemekten. Bir ton.
Sadece "korkmuyorum" demek ve dilediğimce yaşamak istiyorum ama beceremiyorum. Kimse beceremiyor galiba.
Sonraki harfi kötü yazmaktan dahi korkuyorum. Sonra o harfi, tüm harfleri kötü yazıyorum. Korku çörekleniyor. Başka bir bok olmuyor.
Yani, korkmakta haklıyım ama zaten bu gece ne o kitap ne o bölüm ne de bu yazı bitecek. Korkuya başımı yaslayıp uyuyacağım.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Her gün, yeni bir gün...

Başımıza ne geliyorsa hayatımızı filmlerdeki gibi yaşamak isteyişimizden geliyor bence. Böyle "umudunu kaybetme" "anı yaşa" gibi gaz veren sloganlar, çok güçlü, çok çalışkan kahramanlar... Önce bir müddet mutsuz olur bunlar, işleri kötü gider, bir şeyler kaybederler (aşk, iş, para vs.). Kısacası dibi görürler. Filmlerin sonunda da hep mutlu olurlar, ortak nokta da budur.
İşte orada ve çok mutludurlar, yaşadıkları büyük ve güzel şehirde, güneş pırıl pırıl parıldarken ellerinde kahveleri yüzlerinde sırıtkan bir ifade yürürler kaldırımlarda, sabah rüzgarı arkalarından eserken bir şarkı girer bir de. "kimse beni yıkamaz" mesajlı, çiçekli böcekli, kuş sesli. O  insanı kimse yıkamaz, işte, bakın sonunda çok mutlu olmuştur ve hayatının sonuna kadar da öyle yaşayacaktır.

Eğer yeterince böyle film izlememişseniz siz de gaza gelebilirsiniz. Yarın 8'de uyanırım (Ah! Ne kadar da güzel bir sabah), duşumu alır taze çayımı-kahvemi yudumlarken arkamdan böyle bir müzik başlar benim de, sonra dersime (ya da işime) giderim. Rüzgar yolda saçlarımı savurur, ben dersi kusursuz bir konsantrasyonla dinlerken bir yandan da inci gibi yazımla notlar alırım. Dans kursuna başlarım, bilmem kaç aydır baş ucumda okumamı bekleyen kitabı okur, daha sonra yeni kitaplar alırım, ayda 2-3 kitap bitirir, mutlaka sinemaya ve tiyatroya giderim, hafta sonları arkadaşlarımla buluşur eğlenirim. Her gün X dakika ders notlarıma bakarım. Fotoğrafçılık kursuna bile giderim belki, ne zamandır istiyordum. Mutfağa daha çok girer, yeni tarifler denerim. Çok sosyal, kültürlü, mutlu bir insan olurum, hayata verdiklerimin karşılığını da böylece alı.... hops. Burada duralım. Bu filmlerden yeterince görüp, bu gaza gelişi defalarca yaşadıktan sonra buraya yazacaklarım hiç ama hiç iç açıcı değil. İşin gerçeği kendimi böyle "bundan sonra çok çalışkan, özgüvenli, erkenden uyanan, asla ders kaçırmayan zıpçık gibi bir insanım" diye gaza getirdikten sonra (yani ertesi gün) yaşadığım hayat hiç değişmedi. Değiştiremedim ne kendimi ne yaşadıklarımı. Ve bu döngü tekrarladıkça "başarı hikayesi" konulu filmlere olan bakış açım da değişti. Mümkün olduğunca izlemedim. Çünkü o eski gaza gelme hissinin yerini; kendine, hayatına, monotonluğuna sövgü, derin bir hayal kırıklığı ve yalnızlık hissi aldı.
Ertesi gün asla erkenden kalkıp duşunu alıp kahve-çay yapıp, enerjik bir halde yollara düşen insan olamadım. Ertesi gün ilk dersi kaçırdım, baş ağrısıyla uyandım, ilk bilmem kaç dersi kaçırdıktan sonra kendime söverek kafamın içindeki GİTMEK İSTEMİYORUM OKULA sesine kulak tıkamaya çalıştım. (Genellikle başarısız olarak, kalan dersleri de kaçırdım.) Saçlarım hiç bir zaman istediğim şekli almadı, giydiğim kıyafet üstümde benim için dikilmiş gibi durmadı... Taktığım kolye bile ters döner benim. Cidden, ben dün niye gaza gelmiştim ki?

Eğer yeterince mutsuzsanız, yani, hayatınızdan (aslında kendinizden) ve gidişatından memnun değilseniz, bir film ya da dizi izlerken, kitap okurken... hayatın herhangi bir yerinden kendinize benzetebileceğiniz karakterler ararsınız. Ben böyleyim. Film izlerken gördüğüm en perişan ve dağılmış haldeki insanla özdeşleşirim. Filmin sonunda o çok mutlu olsun isterim. Sanki onun mutlu sonuna ulaşması, benim için hala umudun var olduğunu kanıtlar. Sanki onun mutlu olması, "bak bu bile mutlu oldu, demek ki sen de olacaksın" mesajını verir bana. Evet aslında çok zor değil hayatını değiştirmek, eminim pek çok insan yapıyordur. Memnun olmadıkları şeyleri değiştirip, kendileri için daha çok çabalayıp,  hayatlarını yoluna koyan güçlü insanlar var. İşte burada benim "asimileliğim" devreye giriyor. Yok efendim erken uyan, enerjik ol, çalışkan ol, umut dolu ol, insanlara gülücük saç, sabırlı ol falan... Ben nerede, bunlar nerede? Belki bir zaman bir yerlerde içimde bunları başarabilecek güçte biri vardı, ama maalesef, o artık "asimile".


İşin özü, her gün yeni bir gün, evet ama, o; her şeyi değiştirip taze başlangıçlar yapabileceğim "yeni" güne uyanan...
"aynı" ben.

29 Ağustos 2011 Pazartesi



Jeff Buckley...


Adam kesinlikle benden güzel. Erkeklerin bu kadar GÜZEL olabiliyor olması kadınlara haksızlık bence.


Bir de bu, insanın kalbini yerinden söküp atan şarkıları. Sesinin zaman zaman hırçın, biraz hüzünlü, ama hep yumuşacık tınısı. Kesinlikle insanlığa hediye olan ve erkenden elimizden alınmış sihirli yeteneği...






Not: Ölü adamlara aşık olmak iyi değil, evde denemeyin .

16 Temmuz 2011 Cumartesi

" Yaşamaya Dair "

Bugün hayatta en çok takdir ettiğim, gözüme her şeyiyle kahraman gibi görünen, çok sevdiğim bir öğretmenimin öldüğünü öğrendim. Dünyada tanıdığım en özel insanlardan biriydi.  İdealleri ve düşünceleri uğruna savaşan, fikirlerinin her zaman arkasında duranlardandı. Kendisinden o kadar çok şey öğrendim ki hayatla ilgili, insanlarla ilgili… 12–13 yaşlarındayken gözüme hiçbir şeyin yolundan saptıramayacağı bir kahraman gibi görünürdü. Her konuda doğru bir bakış açısına, imrenilenecek bir duruşa, “bir şekilde” her canlıda hayranlık uyandıracak fikirlere sahip olduğunu düşünürdüm. Yıllardır görmememe rağmen zaman zaman söylediklerini hatırlardım ve yüzü aklıma düşerdi. Ben bir gün yine karşılaşacağımızı bilerek ayrıldım ondan, zira ailemin de çok sevdiği ve takdir ettiği bir “arkadaştı” aynı zamanda. Sanki benim kahraman öğretmenim asla ölmezdi. Ben lise, sonra da üniversite diplomamı aldığımda, bıraktığım yerde bekliyor olacaktı hep. Ama gelin görün ki ben bugün hiç beklemediğim bir anda, neşeli bir sohbet sırasında, aylar aylar önce öldüğünü öğrendim öğretmenimin. Adının önünde lanet ettiğim bir “rahmetli” sıfatı gelip oturmuştu…
Biz, yani sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar, sürekli erteliyoruz yaşamlarımızı. Tam tersini yapmamız gerekirken; sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi yaşıyoruz, yarından ötesi yokmuş gibi hayal kuruyoruz. Sanki zaman akmaz, bizi bekler gibi. Sanki bu yaşadığımız hayat değilmiş de, ön hazırlığıymış gibi... Gün gelip hedeflediğimiz her şeye ulaştığımızda, ama gerçekten ihtiyacımız olan hiçbir şeye ulaşamadığımızda da anlıyoruz harcadığımız yılları başkasından değil kendimizden harcadığımızı. Sınavlar, sınavlar, sınavlar, kazanılan okullar, daha yükseğe taşınan kariyerler,  daha rahat yaşayabilmek ve yaşatabilmek için kalınan mesailer… Kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki bunlara, asıl amacımızı bir süre sonra tamamen unutuyoruz. Asıl amacımız mutlu olmak, “mutlu yaşamak” değil midir, bu dünyadan öyle bomboş gelip gitmemiş olmak? Bir şeyler paylaşmış, bir şeyler öğrenmiş-öğretmiş, sevmiş- şanslıysak bir o kadar sevilmiş olmak değil midir amacımız? Yaşamaktan daha önemli ve daha güzel bir şey var mıdır bizler için? Öyleyse neden hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız da, daha güzel bir yaşam için elde etmeye çalıştığımız şeyleri, yaşamın kendisi de dahil her şeyin önüne koyarız?

Öyle korkuyorum ki bu dünyaya hiçbir şey veremeden ölüp gitmekten. Ölümün kendisinden, yok olmaktan değil belki ama hatırlanmayacak olmaktan… Hiçbir iz bırakamadan gitmekten.  En çok böyle zamanlarda “inanmaya” ihtiyaç duyuyorum. 
Benim kahraman öğretmenim, ölmek için çok erken bir yaşta, bir hastalığa yenik düşüp öldü. Arkasında, her zaman arkasında durduğu, savunduğu fikirleri kaldı. Arkasında, Türkiye cumhuriyetine kazandırdığı fikri hür, vicdanı hür gençler kaldı. Ali öğretmenim, bu dünyaya bir iz bırakıp gitti. Öğrendi, öğretti, emek verdi ve karşısına çıkan zorluklar karşısında hep dimdik durdu. Sevgiyle, saygıyla, özlemle anıyorum...

Düşünmek lazım, bu dünyanın bir adaleti, ölmenin bir yaşı yok, yarın da ölebiliriz daha erken de. Ya “orada”, öldükten sonra sığınacağımız bir liman yoksa…  ya da bir ışık, melekler, sonsuz huzur, bizi bekleyen sevdiklerimizden oluşan bir kalabalık… Peki, biz dünyaya ne bıraktık? Ne bırakıyoruz? Avuçlarımızdan akıp giden zamana kaç pişmanlık sığdırıyoruz?
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                       bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.                                Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
              bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
                                en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
                               diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...


Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
                       hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
                       yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Nazım Hikmet

3 Temmuz 2011 Pazar

Bana göre, dünyanın en komik manzaralarından biri, şehir lazer gösterilerinin gökyüzünün bir kısmını dolaşırken bir yıldızın kenarından geçtiği, yıldızın ışığının yanında soluk kaldığı, yine de anlamsızca bir uçtan bir uca hareketine devam ettiği görüntüdür. İşte bu manzarayı uyumaya çalıştığım yatağımdan tek bir sahnesini kaçırmadan izlerim. İzlerim, çünkü uyuduğum yerden pencere aracılığıyla gökyüzünün görünmesine özellikle dikkat ederim. Çünkü huyum bu, şehir karanlığında bir yıldız da görsem benim için kardır. Fakat açıkçası son yıllarda beklentilerimi düşürdüm. Belki bunda gün geçtikçe bozulan gözlerimin yıldızları artık sinir bozucu bir şekilde seçememesinin yahut yıldız ışığını olması gerekenden büyük ölçülere yayıp onun öz parlaklığını dağıtmasının da payı var.
Hiç beklentimin olmadığı bazı geceler ise perdeyi açmadan sadece uyumak için uzanırım. Sadece uyumak, düşünmemek için uyumak. Gözünü göğe dikerse, illa ki bir şey düşünür insan.

Dün gece ise henüz yaylada iken, şehre dönmeden yıldızlara doymak amacıyla, balkonda birkaç saat gözlerimi göğe diktim. Ölmeden hep orada duran ahaliyle teker teker göz göze gelmek mümkün olsun istedim, nedensiz. Ve bulunduğum kısımdan görünenlere tek tek baktım. Her biriyle yeni tanışır gibi, yahu şimdiye kadar nerelerdeydin? dercesine. Biraz konuştum onlarla, bir şarkı bile söyledim: http://fizy.com/#s/1ajdje. "Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? kimse bilmez" derken bir yıldız kaydı, hayatımın romantik oyunları, kandırmıyor artık. Pek umursamadım. Yoksa umursadım mı? Sahiden umursamasam şu an anlatıyor olur muydum? Boşver. Sonra sevdiğim insanları düşündüm. "Gerçekten" onları düşündüm. Hayatlarında, ruhlarında olup biteni hissettim. Hepsi için güzel şeyler diledim. Diledim. Başka bir şey yapamadım. Yıldızlar kayıyordu, umursamadım. İlgimi çeken, orada sabit duran takım yıldızlardı. Bunca yıl var, gördüğümde sadece büyük ayı'yı tanıyabiliyorum. Aslında hep eski çağlardan birinde, gökyüzünü gözlemleyen, dünyanın şekli, evrendeki yerimiz yahut bu tip konular hakkında birtakım fikirler yürüten bilginlerden olmak istediğimi düşündüm. Kopernik'le düşünür taşınır, bir şeyler bulur ve evlenirdik. 21. yüzyılda her türlü postere sırt çevirip bir tablosunu kitaplarımın arasında sakladığımı bilse etkilenirdi bence. Böyle böyle düşüncelerim ve ben birkaç saat öylece baktık gökyüzüne, hayatımın romantik oyunları kandırmadığı gibi birkaç saat öyle kalınca boynum da çok ağrıyor. Güzel olan şu ki, gözlerimi uyumak için kapattığımda göz kapaklarımın karanlığında gördüğüm manzara, yıldız dolu gökyüzüydü. O oradan silinene kadar, uyudum.

Gelelim şimdi'ye.
Bugün şehrin sıcağında tek başıma, dağ havasının aksine klima, kemiklerimi sızlatırken, dünün aksine sevmediğim şeyleri düşünmeye itiyor beni bu ekran. Yine dünün aksine balkonun bana sunabileceği en iyi manzara, başta bahsettiğim lazer gösterisiyle komikleşen bir gökyüzü. Gözümde tıpkı basit bir lazer gösterisi gibi komikleşiyor kalabalık da. Onun pek şaşaalı sandığı, anlamsız, yoran çabaları. Üstelik söyleyecek ne kadar sözüm varsa, hepsi şehrin ışığıyla teker teker sönen yıldızlar gibi bu gece.
Ve ne varsa bana ah ettiren, akşamleyin durduk yere, bir zamanlar okuduğum Samuel Beckett'ın şu sözünü arattırıyor bir hışımla:
""Bu arada şunu söylememe izin verin: Hiç kimseyi bağışlamıyorum. Onların hepsine rezil bir yaşam, sonra da cehennem ateşi ve dondurucu soğuklar diliyorum, bir de geleceğin iğrenç kuşakları arasında saygın bir ad.""


Tuhaf. Dün gece ve bu gece hissettiklerim birbirinden, tepedeki gök kadar farklı. Aynı zemin, aynı varoluş, Oysa görünen; farklı. Yine de, görünmeseler de, yıldızların orada olduğunu bilmek iyi.
Olmayasıca umut kadar iyi.



20 Haziran 2011 Pazartesi

Real...



Güzel şehir, güzel takım, güzel futbolcular, güzel oyun.

Sevilmez mi ?

Yalnızlık Paylaşılmaz


Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan.
Dışından anlaşılmaz.

Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan..
Paylaşılmaz.

Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz


Paylaşılsa, yalnızlık olmaz...


Özdemir Asaf

15 Haziran 2011 Çarşamba

Geliyoor, geliyor.

Hobbit geliyor.  14 Aralık 2012'ye kadar sabretmemiz gerekecek, ama bekleriz.

Özlemiştik. İki film halinde çekilmesi planlanıyormuş. Eh, ne kadar çok parça, o kadar çok para. Ama şikayetçi miyim? Hayır, elbette değilim. Hatta bir solukta bitmeyeceği için memnunum. Durup durup yüzüklerin efendisinin genişletilmiş versiyonlarını tekrar tekrar seyreden, "keşke daha seyretmediğim kısımları olsa" diyen bir insan için, Return of the King'i ilk defa, sinemada izlerken yaşadığım mutluluğu ve ekran her karardığında "bitmemiş olsuun, hayır hayır daha bitmesin?!" heyecanını tekrar yaşayabilmek için bulunmaz bir fırsat.


Kitabı okuyanlar bilir, gerçekten sürükleyici ve güzel bir hikaye. (Hobbit: Oradaydık ve Şimdi Buradayız) Umarım uyarlama(lar) da başarılı olur. 2 yıla yakın bekleyip hayal kırıklığına uğramak istemeyiz değil mi? :)

Bir de unutmadan, gelişmeleri ve haberleri takip edebileceğiniz bir site yapmışlar. Buradan buyrun.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Baba canlı yayın... baba bi dakika ya?!



İzlemeyen kalmamıştır muhtemelen ama... Sarı yelekli güvenlikçi abi, video'nun başından sonuna takip edildiğinde anlaşılacaktır ki, bu hayatta bizi en iyi anlayanlardan biri o abi...

Youtube'dan ayrıntılara inen bir yorumla süsleyelim;
"ya arkadaş kurgulasan bu kadar güzel olamaz..herifin sola kayarak girişi... bülent uygunun saçmalaması... 15.sndeki oral girişimi:) ... sarı yelekli güvenliğin arada kayboluşu..bülent uygunu alıp meçhule doğru gitmeleri..."

12 Haziran 2011 Pazar

Asimile hayatımın geldiği nokta...


Masterchef finaline ağlamak. Evet, önce bir küfür savurdum, sonra da oturdum ağladım.
İnsanların hakkının yenmesinden nefret ediyorum. Adam kayıranlardan, para için iş etiğini hiçe sayanlardan, danışıklı dövüşçülerden, riyakarlardan... işin özü bu dünyanın ta kendisinden.

Bir insan asimile olur da bu kadar mı olur arkadaş? Yok artık bu başka, bambaşka bir şey. Lanetli olmanın falan da ötesinde. Hiç bir işi, istisnasız, rast gitmez mi bir insanın? Hiç bir dileği tutmaz, hiç bir tuttuğu kazanmaz mı? Futbol, basketbol, tenis başta olmak üzere tüm sporlar, yarışma programları, siyaset, sosyal hayat, şans oyunları... Tarafını tuttuğum, sevdiğim, taraftarı olduğum hep kaybeder. takımım şampiyon olmaz, sevdiğim sporcu sakatlanır, tuttuğum yarışmacı elenir, televizyon yarışmalarında para kazansın istediğim avucunu yalar, siyasette zaten benim görüşlerimin kazanması imkansız bu ülkede insanlar böyle umursamazken... bana amorti bile çıkmaz yahu . Değil ki çekilişle binlerce insanın arasından bir şeyler kazanayım, fanatiği olduğum takımlar şampiyon olsun ben sevineyim falan... teehh...

İşin özü sevgili dostlar, master chef te bile kaybedebilme becerisine sahibim. Daha yetenekli, daha bilgili, daha iyi yemek yapan, yemek kültürü daha geniş olan kazanamıyor, neden? Çünkü ben onun hakettiğini düşünüyorum, onun tarafını tutuyorum. Tutmaz olaydım. Olmaz olsun böyle hayat.
Ne futbolun-tenisin, ne master chef in, ne bu ülkenin, ne de dünyanın adaleti yok arkadaş, yok...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Arpaları sallayan rüzgar



The wind that shakes the barley, 18. yüzyıldan bir irlanda baladı. İrlanda isyanı sırasında, isyan ordularına katılmak için aşkını feda eden bir direnişçinin ağzından yazılmış. insanın içine oturan, hayatını sorgulatan türden...

vadinin yeşilliğinde oturdum,
oturdum gerçek aşkımla,
kederli kalbim,
eski aşk, ve yeni aşk arasında
seçim yapmak için çabaladı.
eski olan o'nun için,
yeni olansa;
hafif bir rüzgar ormanın açıklığından aşağı eser
ve altın arpaları sallarken,
beni irlanda üzerine sevgiyle düşündürten...

bizi bağlayan bağları koparacak
acı kelimeleri söylemesi zordu.
ama, bizi saran "el zincirlerinin"
utancını taşımak daha zordu.
ve böylece,
"sabah erkenden, dar vadiyi arayacağım,
ve katılacağım cesur irlandalılara,
tatlı rüzgarlar arpaları sallarken." dedim ona.
üzüntüyle öptüm gözyaşlarını...
kollarını sararken bana
düşmanın atışı kulaklarımızda patladı
ormanın dışından, çınlayarak
bir kurşun delip geçti,
gerçek aşkımın kalbini.
hayatın ilk baharında
çok erken,
göğsümün üzerinde, kanlar içinde, o öldü.
tatlı rüzgarlar salladı arpaları...

onu bir dağ çayına taşıdım
yaz çiçekleriyle dolu
yerleştirdim yeşil ve yumuşak dalları
kanla lekelenmiş koynunun üstüne
ağladım ve öptüm onu, cansız bedenini,
sonra koştum vadi boyunca
düşmandan alınacak intikamım,
tatlı rüzgarlar arpaları sallarken...

ama kana kan, acıma yok.
aldım Oulart tepesine
ve yerleştirdim aşkımın cansız bedenini,
en yakından izleyeceğim yere.
mezarının çevresinde ümitsiz dolaşırken,
şafak vakti, öğlen ve gece,
her duyduğumda, kırılan bir kalple
arpaları sallayan rüzgarı...

Bir tarafta aşkı, bir tarafta vatanı. Daha doğrusu, onun deyişiyle; bir tarafta eski aşkı bir tarafta yeni aşkı...
Belki biraz kalpsizim, belki aşka inanmıyorum artık ama, hiç bir zaman birisini vatanımdan daha fazla sevebileceğimi düşünmedim. Ben de tıpkı o genç gibi vatanımı seçerdim. dağı tepesi, denizi, türküsü, çiçeği, bulutu, rüzgarı, ağacı ve hatta insanlarıyla, içimi titreten vatanımı...

İrlandalıların anlatacak çok hikayeleri var o zamanlara dair. "el zincirlerini" kırmak için verdikleri özgürlük mücadelesi, bu uğurda kaybettikleri, kazandıkları... Bu şarkıdan -konu olarak olmasa da- isim olarak esinlenerek the wind that shakes the barley adını alan filmi izlemenizi öneririm mutlaka.

"Neye karşı savaştığını bilmek kolaydır, ne için savaştığını bilmek zordur."

Not: şarkı sözlerinin çevirisini kafama göre yaptım, bire-bir çeviri değil.
Hatalıysam aramızda kalsın. :)

20 Mayıs 2011 Cuma

Söyle dost ve öyle gir...



Biz kimiz?
 Dünyanın en yüksek bütçeli yapımlarından birinde figüran olarak da olsa oynama şansına kavuşmuş, ancak o 2 saniyelik sahnesinde, bütün saçları havalanarak karizmasını yerle bir etmiş, yüzündeki ebleh ifadeyle öylece kalakalmış bir adam var dünya üzerinde bir yerlerde... İşte; muhtemelen eşe-dosta “oğlum ben yüzüklerin efendisinde oynadım” bile diyemeyen o "asimile" elf’in kader ortaklarıyız biz. 
İşimizin rast gittiği pek görülmemiştir, şans oyunlarından para kazanmamız imkansıza yakındır, sağanak bastırdığında şemsiyeyi evde unuttuğumuzu farkederiz, sınavlarda attığımızın tutması pek olası değildir, hem kumarda hem de aşkta kaybedebiliriz... Güzel gitmesini umduğumuz şeyler, çoğunlukla kötü biter.

Sivri kulakları , mavi gözleri , pür iradeyi ve gücü , sihiri ve mutluluğu memlekette bırakıp geldik buralara . Asimile olduk . Pılı-pırtı toplayıp kesin dönüş yapacağımız günü, hergün biraz daha solan bir umutla beklemeye devam ediyoruz.

Siz de zaman zaman, ya da her zaman, az da olsa bizim gibi hissediyorsanız, ya da sadece bu bekleyişte yanımızda olmak istiyorsanız, hoşgeldiniz. :)


14 Mayıs 2011 Cumartesi

Başlarken...

 

Altın olan her şey parlamaz,
Her gezgin yitirmemistir yolunu
Gücü olan yaşlı kolay kolay solmaz,
Derindeki kök atlatır donu.
Küllerden bir ateş dirilecek,
Bir ışık fırlayacak gölgelerden
Kırılan kılıç yenilecek,
Şimdi taçsız olan, kral olacak yeniden.