16 Temmuz 2011 Cumartesi

" Yaşamaya Dair "

Bugün hayatta en çok takdir ettiğim, gözüme her şeyiyle kahraman gibi görünen, çok sevdiğim bir öğretmenimin öldüğünü öğrendim. Dünyada tanıdığım en özel insanlardan biriydi.  İdealleri ve düşünceleri uğruna savaşan, fikirlerinin her zaman arkasında duranlardandı. Kendisinden o kadar çok şey öğrendim ki hayatla ilgili, insanlarla ilgili… 12–13 yaşlarındayken gözüme hiçbir şeyin yolundan saptıramayacağı bir kahraman gibi görünürdü. Her konuda doğru bir bakış açısına, imrenilenecek bir duruşa, “bir şekilde” her canlıda hayranlık uyandıracak fikirlere sahip olduğunu düşünürdüm. Yıllardır görmememe rağmen zaman zaman söylediklerini hatırlardım ve yüzü aklıma düşerdi. Ben bir gün yine karşılaşacağımızı bilerek ayrıldım ondan, zira ailemin de çok sevdiği ve takdir ettiği bir “arkadaştı” aynı zamanda. Sanki benim kahraman öğretmenim asla ölmezdi. Ben lise, sonra da üniversite diplomamı aldığımda, bıraktığım yerde bekliyor olacaktı hep. Ama gelin görün ki ben bugün hiç beklemediğim bir anda, neşeli bir sohbet sırasında, aylar aylar önce öldüğünü öğrendim öğretmenimin. Adının önünde lanet ettiğim bir “rahmetli” sıfatı gelip oturmuştu…
Biz, yani sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar, sürekli erteliyoruz yaşamlarımızı. Tam tersini yapmamız gerekirken; sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi yaşıyoruz, yarından ötesi yokmuş gibi hayal kuruyoruz. Sanki zaman akmaz, bizi bekler gibi. Sanki bu yaşadığımız hayat değilmiş de, ön hazırlığıymış gibi... Gün gelip hedeflediğimiz her şeye ulaştığımızda, ama gerçekten ihtiyacımız olan hiçbir şeye ulaşamadığımızda da anlıyoruz harcadığımız yılları başkasından değil kendimizden harcadığımızı. Sınavlar, sınavlar, sınavlar, kazanılan okullar, daha yükseğe taşınan kariyerler,  daha rahat yaşayabilmek ve yaşatabilmek için kalınan mesailer… Kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki bunlara, asıl amacımızı bir süre sonra tamamen unutuyoruz. Asıl amacımız mutlu olmak, “mutlu yaşamak” değil midir, bu dünyadan öyle bomboş gelip gitmemiş olmak? Bir şeyler paylaşmış, bir şeyler öğrenmiş-öğretmiş, sevmiş- şanslıysak bir o kadar sevilmiş olmak değil midir amacımız? Yaşamaktan daha önemli ve daha güzel bir şey var mıdır bizler için? Öyleyse neden hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız da, daha güzel bir yaşam için elde etmeye çalıştığımız şeyleri, yaşamın kendisi de dahil her şeyin önüne koyarız?

Öyle korkuyorum ki bu dünyaya hiçbir şey veremeden ölüp gitmekten. Ölümün kendisinden, yok olmaktan değil belki ama hatırlanmayacak olmaktan… Hiçbir iz bırakamadan gitmekten.  En çok böyle zamanlarda “inanmaya” ihtiyaç duyuyorum. 
Benim kahraman öğretmenim, ölmek için çok erken bir yaşta, bir hastalığa yenik düşüp öldü. Arkasında, her zaman arkasında durduğu, savunduğu fikirleri kaldı. Arkasında, Türkiye cumhuriyetine kazandırdığı fikri hür, vicdanı hür gençler kaldı. Ali öğretmenim, bu dünyaya bir iz bırakıp gitti. Öğrendi, öğretti, emek verdi ve karşısına çıkan zorluklar karşısında hep dimdik durdu. Sevgiyle, saygıyla, özlemle anıyorum...

Düşünmek lazım, bu dünyanın bir adaleti, ölmenin bir yaşı yok, yarın da ölebiliriz daha erken de. Ya “orada”, öldükten sonra sığınacağımız bir liman yoksa…  ya da bir ışık, melekler, sonsuz huzur, bizi bekleyen sevdiklerimizden oluşan bir kalabalık… Peki, biz dünyaya ne bıraktık? Ne bırakıyoruz? Avuçlarımızdan akıp giden zamana kaç pişmanlık sığdırıyoruz?
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                       bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.                                Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
              bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
                                en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
                               diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...


Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
                       hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
                       yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Nazım Hikmet

3 Temmuz 2011 Pazar

Bana göre, dünyanın en komik manzaralarından biri, şehir lazer gösterilerinin gökyüzünün bir kısmını dolaşırken bir yıldızın kenarından geçtiği, yıldızın ışığının yanında soluk kaldığı, yine de anlamsızca bir uçtan bir uca hareketine devam ettiği görüntüdür. İşte bu manzarayı uyumaya çalıştığım yatağımdan tek bir sahnesini kaçırmadan izlerim. İzlerim, çünkü uyuduğum yerden pencere aracılığıyla gökyüzünün görünmesine özellikle dikkat ederim. Çünkü huyum bu, şehir karanlığında bir yıldız da görsem benim için kardır. Fakat açıkçası son yıllarda beklentilerimi düşürdüm. Belki bunda gün geçtikçe bozulan gözlerimin yıldızları artık sinir bozucu bir şekilde seçememesinin yahut yıldız ışığını olması gerekenden büyük ölçülere yayıp onun öz parlaklığını dağıtmasının da payı var.
Hiç beklentimin olmadığı bazı geceler ise perdeyi açmadan sadece uyumak için uzanırım. Sadece uyumak, düşünmemek için uyumak. Gözünü göğe dikerse, illa ki bir şey düşünür insan.

Dün gece ise henüz yaylada iken, şehre dönmeden yıldızlara doymak amacıyla, balkonda birkaç saat gözlerimi göğe diktim. Ölmeden hep orada duran ahaliyle teker teker göz göze gelmek mümkün olsun istedim, nedensiz. Ve bulunduğum kısımdan görünenlere tek tek baktım. Her biriyle yeni tanışır gibi, yahu şimdiye kadar nerelerdeydin? dercesine. Biraz konuştum onlarla, bir şarkı bile söyledim: http://fizy.com/#s/1ajdje. "Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? kimse bilmez" derken bir yıldız kaydı, hayatımın romantik oyunları, kandırmıyor artık. Pek umursamadım. Yoksa umursadım mı? Sahiden umursamasam şu an anlatıyor olur muydum? Boşver. Sonra sevdiğim insanları düşündüm. "Gerçekten" onları düşündüm. Hayatlarında, ruhlarında olup biteni hissettim. Hepsi için güzel şeyler diledim. Diledim. Başka bir şey yapamadım. Yıldızlar kayıyordu, umursamadım. İlgimi çeken, orada sabit duran takım yıldızlardı. Bunca yıl var, gördüğümde sadece büyük ayı'yı tanıyabiliyorum. Aslında hep eski çağlardan birinde, gökyüzünü gözlemleyen, dünyanın şekli, evrendeki yerimiz yahut bu tip konular hakkında birtakım fikirler yürüten bilginlerden olmak istediğimi düşündüm. Kopernik'le düşünür taşınır, bir şeyler bulur ve evlenirdik. 21. yüzyılda her türlü postere sırt çevirip bir tablosunu kitaplarımın arasında sakladığımı bilse etkilenirdi bence. Böyle böyle düşüncelerim ve ben birkaç saat öylece baktık gökyüzüne, hayatımın romantik oyunları kandırmadığı gibi birkaç saat öyle kalınca boynum da çok ağrıyor. Güzel olan şu ki, gözlerimi uyumak için kapattığımda göz kapaklarımın karanlığında gördüğüm manzara, yıldız dolu gökyüzüydü. O oradan silinene kadar, uyudum.

Gelelim şimdi'ye.
Bugün şehrin sıcağında tek başıma, dağ havasının aksine klima, kemiklerimi sızlatırken, dünün aksine sevmediğim şeyleri düşünmeye itiyor beni bu ekran. Yine dünün aksine balkonun bana sunabileceği en iyi manzara, başta bahsettiğim lazer gösterisiyle komikleşen bir gökyüzü. Gözümde tıpkı basit bir lazer gösterisi gibi komikleşiyor kalabalık da. Onun pek şaşaalı sandığı, anlamsız, yoran çabaları. Üstelik söyleyecek ne kadar sözüm varsa, hepsi şehrin ışığıyla teker teker sönen yıldızlar gibi bu gece.
Ve ne varsa bana ah ettiren, akşamleyin durduk yere, bir zamanlar okuduğum Samuel Beckett'ın şu sözünü arattırıyor bir hışımla:
""Bu arada şunu söylememe izin verin: Hiç kimseyi bağışlamıyorum. Onların hepsine rezil bir yaşam, sonra da cehennem ateşi ve dondurucu soğuklar diliyorum, bir de geleceğin iğrenç kuşakları arasında saygın bir ad.""


Tuhaf. Dün gece ve bu gece hissettiklerim birbirinden, tepedeki gök kadar farklı. Aynı zemin, aynı varoluş, Oysa görünen; farklı. Yine de, görünmeseler de, yıldızların orada olduğunu bilmek iyi.
Olmayasıca umut kadar iyi.