22 Kasım 2011 Salı

Blogu hem aksattık, hem de böyle terkedilmiş kasvetli falan bir hava oluşmuş önce hüzünlü şeylerden konuşup sonra susunca.


Ahanda pek güzelmiş bunlar, sevimli, şirin ooooh azıcık içimiz açılsın? Gerçek cupcake değil dikişmiş yalnız. Çok gerçekçi olmuş, yenir ki.

Orjinali de budur;
http://allinonedaystime.blogspot.com/2011/04/heart-cupcakes.html

Şimdi Hayat




güz geçti bahar geçti derken
bir gün daha görsek ne ala
dünya derdi sarmış dört yanımı
yaşamayı öğrenemedim hala

her kadehte bir yıldız tuttum
söndürdüm avuçlarımda
koşarak kaçtım güya çocukluğumdan
büyümeyi öğrenemedim hala

olmuş bu...
sadece 3 şarkısını -şimdi hayat, akıyor zaman, kendime yalan söyledim- dinledim ama, 84'ün yeni albümü komple çok dinlenesi olmuşa benziyor.

29 Eylül 2011 Perşembe

Deklanşör

Staj yapıyom ben yaa.
Geçtiğimiz hafta da, yorucu da olsa kendime yararlı bir şeyler yapma fırsatı buldum. Bu "bir şeyler"in adı zaman etüdü. Kısa özet geçecek olursak, elimde bir kronometre, işçinin ve makinenin başında, belirli bir işin aşamalarının zamanlarını tutup yazıyorum. Yapılma amacı, işçiye ya da makineye zaman kaybettiren olguları bulup en aza indirmek, üretim planlaması yapmak... böyle gider bu. Neyse konudan uzaklaşmayayım.

 Elimde kronometre ayakta dikiliyorum. Bir kolumda zamanları not ettiğim defter, aynı elimde kronometre, diğer elimde kalem. Perişan durumdayım çünkü 40 dakikadan fazla bir zamandır ayaktayım. Fabrika aşırı sıcak ve gürültülü (uğultulu demek daha doğru olabilir), çünkü plastik ve kauçuk fabrikası. Bütün iş ısıyla yapılıyor ki, ben de kaynak makinesinin etüdünü yapıyorum. Öyle kıyıda köşede bir yerde değilim, böyle gelenin geçenin dönüp baktığı, makinelerde çalışan işçilerin de gözünün önünde bir yerdeyim. Zaten işçilere ayak bağı olmadan durabileceğim başka bir yer de yok.
Ben öyle sefil perişan ayakta durunca saatlerce, işçiler ilgilenme ihtiyacı hissediyorlar, "sana sandalye getirelim" "şuraya otursana" "sen stajer misin" "nerelisin", çay molası olduğu zaman kendilerine çay alıp getiriyorlar "sana çay getireyim mi" diye soruyorlar bana da... onlar öyle çalışırken ben oturamıyorum, utanıyorum, o yüzden de her seferinde sandalye tekliflerini defalarca teşekkür ederek reddediyorum.

Böyle buhranlar ve sıcak basmaları içinde perişanken, çok tatlı, hafif kilolu, orta boylu, 30lu yaşlarda bir abla yaklaşıyor yanıma. İşçi, ama makinede çalışmıyor, daha farklı bir önlüğü var, kalite elemanı ya da işçi şefi olduğunu düşünüyorum bakınca. "Kolay gelsin"le başlayıp klasik soruları soruyor, "şimdi ne oluyor bu ölçtüğün tam olarak", "oturmak ister misin şurada boş sandalye var", "kaç yaşındasın"... derken...

-Deklanşör müsün?
- ........ (3-4 saniyelik sessizlik)
Hayır, stajerim ben. (-aslında ne dedi lan acaba)
- ......... Hmm.... Kaçıncı sınıfa gidiyorsun peki?

Muhabbet kısa bir süre devam ediyor. Sonra abla gidiyor. Ben de "deklanşör"ün aslında ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sorabileceği hiç bir kelimeye benzetemiyorum (öğrenci misin? üniversiteli misin? buralı mısın?). Deklanşör ne lan?! * Hangi kelime böyle duyulabilir ki? Bulamadım, bulamıyorum.

Yaşayan bilir bunu. Duyduğun (ya da gürültüden veya bir sebepten duyamadığın) kelimenin aslında ne olduğunu saniyeler içinde çözüp bir de ona cevap vermeye çalışmak. Çoğu zaman varsayımlarda bulunarak (ne varsayımı, direk uydurarak) çuvallamak. Kuaförlerde çok olur. Kafanıza kafanıza fön tutulurken "okuyor musun?"la başlayıp sorguya alınırsınız. Arada duymayıp uydurursunuz. Zaman zaman siz, zaman zaman da karşı taraf mavi ekran hatası verebilir...

Unutmadan, sevgili Simurg, C O Z E F İ N İ GETİRDİN Mİ?
(Deklanşörden sonra aklıma geldi, ve kendi kendime sesli güldüm, işçiler beni deli sanıyor :)




* Deklanşör: fotoğraf makinesi, kamera gibi optik aygıtlarda, fotoğraf veya film çekmek için basılan düğme

18 Eylül 2011 Pazar

İki

Zamanında esmiş bir rüzgar
Rengi ruhumun haline yakışmış, deniz
Tam da düşündüğüm şey olan cümle
'Can'ım acıyınca saplanır ağrı
Merhaba demiş kedinin biri
Şarkı çalmaya başlamış gözüm dalarken
Öbür gözler gülümsemiş, anlar gibi.

<<öbür gözler, aslında hiç anlamamış seni, beni.>>

Şarkı rastlantıymış
Kediler konuşmaz
Hiçbir ağrı, 'can' kadar acımaz
Cümlelerim bir kuyuda, ben dahi görmedim
Denizin umrunda değil ruhum
Rüzgar sadece eser, hepsi bu.

3.05.'11

Korku

Önce seni nasıl anladığımı ve sonra beni nasıl anlayacağını bildiğimden, geçen günlerden bir günlük sayfamı burada temize çekiyorum. Son yazına ilave olsun istedim.

9 eylül '11

Korku. Neyden? Neden?
Uyumadan sabah olmasından. Hem şu kitabı okuyup hem şu bölümü izleyip hem şu yazıyı yazıp hem de uyuyamamaktan. Gelecek gün-lerden. İhtiyaçlardan. Onları gidermenin gereksizleşmesinden. Sonra birden gerekmesinden. Gelgitlerden. Düzensizlikten, Düzelmemekten. Bir ton.
Sadece "korkmuyorum" demek ve dilediğimce yaşamak istiyorum ama beceremiyorum. Kimse beceremiyor galiba.
Sonraki harfi kötü yazmaktan dahi korkuyorum. Sonra o harfi, tüm harfleri kötü yazıyorum. Korku çörekleniyor. Başka bir bok olmuyor.
Yani, korkmakta haklıyım ama zaten bu gece ne o kitap ne o bölüm ne de bu yazı bitecek. Korkuya başımı yaslayıp uyuyacağım.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Her gün, yeni bir gün...

Başımıza ne geliyorsa hayatımızı filmlerdeki gibi yaşamak isteyişimizden geliyor bence. Böyle "umudunu kaybetme" "anı yaşa" gibi gaz veren sloganlar, çok güçlü, çok çalışkan kahramanlar... Önce bir müddet mutsuz olur bunlar, işleri kötü gider, bir şeyler kaybederler (aşk, iş, para vs.). Kısacası dibi görürler. Filmlerin sonunda da hep mutlu olurlar, ortak nokta da budur.
İşte orada ve çok mutludurlar, yaşadıkları büyük ve güzel şehirde, güneş pırıl pırıl parıldarken ellerinde kahveleri yüzlerinde sırıtkan bir ifade yürürler kaldırımlarda, sabah rüzgarı arkalarından eserken bir şarkı girer bir de. "kimse beni yıkamaz" mesajlı, çiçekli böcekli, kuş sesli. O  insanı kimse yıkamaz, işte, bakın sonunda çok mutlu olmuştur ve hayatının sonuna kadar da öyle yaşayacaktır.

Eğer yeterince böyle film izlememişseniz siz de gaza gelebilirsiniz. Yarın 8'de uyanırım (Ah! Ne kadar da güzel bir sabah), duşumu alır taze çayımı-kahvemi yudumlarken arkamdan böyle bir müzik başlar benim de, sonra dersime (ya da işime) giderim. Rüzgar yolda saçlarımı savurur, ben dersi kusursuz bir konsantrasyonla dinlerken bir yandan da inci gibi yazımla notlar alırım. Dans kursuna başlarım, bilmem kaç aydır baş ucumda okumamı bekleyen kitabı okur, daha sonra yeni kitaplar alırım, ayda 2-3 kitap bitirir, mutlaka sinemaya ve tiyatroya giderim, hafta sonları arkadaşlarımla buluşur eğlenirim. Her gün X dakika ders notlarıma bakarım. Fotoğrafçılık kursuna bile giderim belki, ne zamandır istiyordum. Mutfağa daha çok girer, yeni tarifler denerim. Çok sosyal, kültürlü, mutlu bir insan olurum, hayata verdiklerimin karşılığını da böylece alı.... hops. Burada duralım. Bu filmlerden yeterince görüp, bu gaza gelişi defalarca yaşadıktan sonra buraya yazacaklarım hiç ama hiç iç açıcı değil. İşin gerçeği kendimi böyle "bundan sonra çok çalışkan, özgüvenli, erkenden uyanan, asla ders kaçırmayan zıpçık gibi bir insanım" diye gaza getirdikten sonra (yani ertesi gün) yaşadığım hayat hiç değişmedi. Değiştiremedim ne kendimi ne yaşadıklarımı. Ve bu döngü tekrarladıkça "başarı hikayesi" konulu filmlere olan bakış açım da değişti. Mümkün olduğunca izlemedim. Çünkü o eski gaza gelme hissinin yerini; kendine, hayatına, monotonluğuna sövgü, derin bir hayal kırıklığı ve yalnızlık hissi aldı.
Ertesi gün asla erkenden kalkıp duşunu alıp kahve-çay yapıp, enerjik bir halde yollara düşen insan olamadım. Ertesi gün ilk dersi kaçırdım, baş ağrısıyla uyandım, ilk bilmem kaç dersi kaçırdıktan sonra kendime söverek kafamın içindeki GİTMEK İSTEMİYORUM OKULA sesine kulak tıkamaya çalıştım. (Genellikle başarısız olarak, kalan dersleri de kaçırdım.) Saçlarım hiç bir zaman istediğim şekli almadı, giydiğim kıyafet üstümde benim için dikilmiş gibi durmadı... Taktığım kolye bile ters döner benim. Cidden, ben dün niye gaza gelmiştim ki?

Eğer yeterince mutsuzsanız, yani, hayatınızdan (aslında kendinizden) ve gidişatından memnun değilseniz, bir film ya da dizi izlerken, kitap okurken... hayatın herhangi bir yerinden kendinize benzetebileceğiniz karakterler ararsınız. Ben böyleyim. Film izlerken gördüğüm en perişan ve dağılmış haldeki insanla özdeşleşirim. Filmin sonunda o çok mutlu olsun isterim. Sanki onun mutlu sonuna ulaşması, benim için hala umudun var olduğunu kanıtlar. Sanki onun mutlu olması, "bak bu bile mutlu oldu, demek ki sen de olacaksın" mesajını verir bana. Evet aslında çok zor değil hayatını değiştirmek, eminim pek çok insan yapıyordur. Memnun olmadıkları şeyleri değiştirip, kendileri için daha çok çabalayıp,  hayatlarını yoluna koyan güçlü insanlar var. İşte burada benim "asimileliğim" devreye giriyor. Yok efendim erken uyan, enerjik ol, çalışkan ol, umut dolu ol, insanlara gülücük saç, sabırlı ol falan... Ben nerede, bunlar nerede? Belki bir zaman bir yerlerde içimde bunları başarabilecek güçte biri vardı, ama maalesef, o artık "asimile".


İşin özü, her gün yeni bir gün, evet ama, o; her şeyi değiştirip taze başlangıçlar yapabileceğim "yeni" güne uyanan...
"aynı" ben.

29 Ağustos 2011 Pazartesi



Jeff Buckley...


Adam kesinlikle benden güzel. Erkeklerin bu kadar GÜZEL olabiliyor olması kadınlara haksızlık bence.


Bir de bu, insanın kalbini yerinden söküp atan şarkıları. Sesinin zaman zaman hırçın, biraz hüzünlü, ama hep yumuşacık tınısı. Kesinlikle insanlığa hediye olan ve erkenden elimizden alınmış sihirli yeteneği...






Not: Ölü adamlara aşık olmak iyi değil, evde denemeyin .